Discovery channel’da bir programda, kutup ayısının rahminde 2 sene spermleri saklayabildiğini gördüm. Hayvan kendisini istediği zaman dölleyebiliyor. Araştırmacılar bunun elektronik mikroskopta filmini çekmişler. Yumurta bir güneş gibi küre ve parlak, spermler ise etrafında dönen yıldızlar gibiydi. Birden aklımda neden olmasın, Allah evreni nasıl yaratmıs, bir insanın yada memelinin içinde bile koskoca bir evren saklı diye düşündüm. Daha sonra aynı gece birden ışıklar parladı beynimde ve onların atoma benzediğini buldum. Atomdan gezegenlere ve onların etrafındaki uydularına, oradan güneş sistemimize, oradan galaksilere, galaksiden de evrene baktım. Evrenle insan kromozomlarının benzerliği, kandaki alyuvar ve akyuvarların benzerliği kafama takıldı. Her şey muazzam bir şekilde, tüm evrenin ve her şeyin atomlardan meydana geldiğini gösteriyordu. Ancak kafama şu takıldı, neden her şey kendi ekseni etrafında ve güneş benzeri küre bir çekirdeğin etrafında dönüyor? Neden her şey yuvarlak ve küre şeklindeydi? Bunu düşünmeye başladım. Aklıma Mevlevi semazenlerin neden aynı şekilde kendi etraflarında yuvarlak çizerek döndükleri geldi. Aslında her şey çok basit, amaç Allah’a ulaşmaktı. Daha sonra evrendeki her şeyin kendi etrafında dönmesinin sebebinin + ve – kutuplar vasıtasıyla olduğunu örgendim. Böyle dönerek kendi yerçekim alanlarını oluşturuyor ve tüm evreni şekillendiriyorlardı. Hiçbirisi birbirine çarpmıyor ve yaratan Allah’ın izniyle bu kusursuz yerçekimi olayıyla evren, uzay adı verilen boşlukta birbirlerini itip çekerek sabit bir şekilde oldukları yerde duruyorlardı. Ama bu küre şekline ve neden döndüklerine kafayı taktım. Semazenleri araştırırken ufolarla ilgili yazılar buldum. Onlarla ilgilenmeye, incelemeye, düşünmeye başladım. Öyle bir süratte dönüyor olmaları lazımdı ki, görünmez hale geliyorlar yada kendi çekim alanlarını oluşturuyor olmaları lazım diye düşündüm. Bunları düşünürken sıcaklardan dolayı bir tavan vantilatörü aldım. Yattığımda bir baktım Bob Lazar’ın tarif ettiği ufolara benziyor. İçine girip kayboldum düşüncelerde. Şunları fark ettim, ufolar öyle bir hızda dönmeli ki, tıpkı dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü gibi aynı hızda dönmeli ve içindekiler biz dünyanın döndüğünü, bu hızı nasıl hissetmiyorsak onlarda hissetmemeliydi. Ama bu dönüşü yaparken tavan vantilatöründen anladığım kadarıyla ortasında kendi ekseni etrafında dönüşü sağlayacak, yani dönüşü belirli sabit bir eksende sağlayacak bir mil olmalıydı. O milin etrafında dönmeli. Ufoların içindeki o çubuk şeklindeki olayın bu olduğunu düşündüm. Daha sonra da aşağıda izah ettiğim güneş enerjisi ve onun bitkiler üzerindeki etkilerini araştırmaya başladım ve böyle bir sonuca ulaştım.
Lazar uçan disklerin bir anti-madde reaktörüne sahip olduğunu ve bu reaktörün yakıt olarak atom sayısı 115 olan bir elementi kullandığını ifade ediyor.Lazar element 115 in dünyadaki elementler gibi tek yönlü değil, iki ayrı amaçla kullanılabilen bir element olduğunu belirtiyor ve açıklıyor; ''dünya biliminin henüz bilmediği ve özelliğini tanımlayamadığı yerçekimi enerjisi'' ni element 115 sağlıyor ki bunun adı A Enerjisi, bu enerji element 115'in çekirdeğinden kaynaklanıyor ve yayılıyor, ikinci olarak da, element 115 anti-madde radyasyonunun kaynağı, bu da gereken hareket gücünü oluşturuyor.Lazar'ın anlatımına göre adı geçen çekim veya uçuş Amplifikatörü'nün sistemi A enerjisini bir yere odaklayarak, uzay- zamanın bükülmesini sağlıyor, uzay-zaman bükülümü ise,bir astro-fizik deyimi,basit bir anlatımla ışık hızından çok daha fazla bir süratle zamanın ve üç boyutlu uzayın dışında mekan değişimi olarak düşünülebilir. uzay-zaman bükülmesi yine bir astro-fizik tanımıyla bir kara Delik' in çekim alanı kadar bir güç alanını oluşturuyor. Böylece elde edilen dev enerji , ışık yılı gibi çok büyük uzaklıkların aşılmasını sağlıyor.
Bob Lazar: Bu araçlar kendi çekim alanlarını yaratıyorlar. Nasıl dünya herşeyi kendine doğru çekiyor ve yerde tutuyorsa, onlar bu yerçekimsel alanın bir benzerini kendilerine göre araç çevresinde yaratıp bu gücü bir hareket kaynağı olarak kullanmaktadırlar.Bu araçlar kendi yerçekimsel atmosferlerini yaratabiliyorlar.Dünya tüm maddeleri aşağı çektiği için onlarda aynı ortamı yaratıp aşama aşama kendilerini iten bir oluşuma geçebiliyorlar. Disk şeklindeki uzay araçları bir tür atom reaktörüne sahiptirler.Bir tür termoelektrik jenaratörü olan bu reaktör elektrik enerjisi üretiminde kullanılıyor.Bu reaktörü çalıştırmak için element 115 denen yüksek oktanlı bir sıvı, element 116 denen bir başka elemente dönüşerek çekirdek parçalanması ile anti nükleeer tepkime meydana getirmektedir.Bu işlem sonucu % 100 enerji dnüşümü gerçekleşerek reaktörde muazzam bir ısı oluşturulmaktadır.Bu antimadde reaktörü bir tür anti nükleer enerjiyle işletilen mini bir termoelektrik santralidir.Burdan elde edilen elektrik enerjisi dalga klavuzuna ve yerçekimi amplifikatörlerine sürülmektedir....
Düşündüğümüz ve incelediğimiz zaman, atomdan galaksilere evrendeki her şey kendi etraflarında + ve – kutuplar vasıtası ile dönmektedirler. Böylece kendi çekim alanlarını yani yerçekimlerini oluşturmaktadırlar. Ufolarında kendi etraflarında dönerek bu alanı yarattıklarını, yerçekimi alanlarını oluşturduklarını düşünmekteyim.
Allahın kuranda bahsi geçen geceyle gunduzun arka arkaya gelmesinde ve hayvanlarda ve bitkilerde akıl sahipleri için çok büyük ibretler vardır demesinden yola çıkarak, güneş ışığının faydalarını düşünmeye başladım. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde düşünürken bitkiler üzerinde de bir etkisi oldugunu hatırlayarak bitkileri araştırmaya başladım ve şu bilgilere ulaştım. Bob Lazarın açıklamalarıyla enteresan bir benzerlik bulacağınızı ümit ediyorum.
- Kloroplast: Bitki hücresiyle hayvan hücresi genel olarak aynı özellikleri taşımaktadır. Bu iki canlı türünün hücreleri arasındaki en önemli fark, bitki hücresinde artı olarak, içinde fotosentezin gerçekleştiği yeşil bir deponun (plastid) yani kloroplastın bulunmasıdır . Seyyar bir enerji santrali gibi güneş ışığını emen klorofilleri saklayan bu organizmalar bütün sistemin kalbidir . Kloroplastlar, iç içe geçmiş balonlara benzeyen yapılarıyla, doğanın yeşil rengini verirler.
Bitki hücresinde, fotosentez işlemi kloroplastlarda meydana gelir. Kloroplast 2-10 mikrometre kalınlığında (mikrometre metrenin milyonda biridir), 0,003 milimetre (milimetrenin binde üçü) çapında mercimek şeklinde küçük disklerden oluşmuştur . Bir hücrede 40'a yakın kloroplast vardır. Bu ilginç birimler bu kadar küçük olmalarına rağmen bulundukları ortamdan iki zarla ayrılmışlardır. Bu zarların kalınlığı ise akıl almayacak kadar incedir: 60 angström, yani 0,000006 milimetre.68 (milimetrenin yaklaşık yüzbinde biri)
Kloroplastın içinde "tilakoid" adı verilen yassılaşmış çuval şeklinde yapılar vardır. Bunlar fotosentezin kimyevi birimleri olan klorofilleri muhafaza eder ve daha ince zarlarla korunurlar . Bu tilakoidler, "grana" adı verilen 0,0003 milimetre büyüklüğünde ve madeni para şeklinde üst üste yığılmış diskler olarak dizilmişlerdir. Bir kloroplast içinde bu granalardan 40-60 adet bulunur. Bütün bu karmaşık yapılar, protein ve yağların belirli bir amaç için biraraya gelmeleriyle oluşur. Bunlar da belirli oranlarda bulunurlar. Örneğin tilakoid zarı %50 protein, %38 yağ ve %12 pigmentten oluşmuştur.69
Tilakoid: Kloroplastın içindeki ikinci aşama tilakoid adı verilen torbalardır. Bunlar çuvala benzeyen ve içinde klorofil molekülünü saklayan zarlardır. Bu torbaların içinde güneş ışığını emen yeşil pigment olan klorofil bulunur.
- Grana: Tilakoidler biraraya gelerek granaları oluştururlar.
- Klorofil: Kloroplastın içinde bulunan ve güneş ışığını emen yeşil pigmenttir. Klorofil olmasaydı, ne oksijen, ne besin, ne de doğanın rengi olurdu.
- Stroma lamella: Kloroplast içinde granaları bağlayan boru şeklindeki zar.
- Stroma: Kloroplastın içindeki jele benzeyen sıvı. Bu jel sıvı Bob lazar’ın bahsettiği yüksek oktanlı sıvı.
FOTOSENTEZ VE IŞIK
Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O 3 olan "ozon tabakası"dır. Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 - 7500 A0 aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir mucize olduğunun göstergesidir.70 Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.
Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir
Gördüğümüz bütün renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir . Örneğin kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.
Işığın dalga boyu "nanometre" adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir.71 Ancak bu o kadar küçük bir birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır. Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans "hertz" veya saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır. Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe kat etmek zorunda kalırlar.
Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir.
Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır. Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki, sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan sona erecekti.72 Pigment ve ışık arasındaki uyum, çok sık karşılaştığımız özel yaratılış örneklerindendir. Örneğin kulak ve ses dalgası, göz ve ışık, besinler ve sindirim sistemi gibi sayısız uyumlu yaratılış örneği mevcuttur. Ne ışık kendi dalga boyunu ayarlar ne de pigment algılayabileceği ışık boyunu seçme şansına sahiptir. Açıktır ki, ikisi de bu sistem için özel olarak yaratılmışlardır.
Aşağıdaki Bob Lazar’ın tarif ettiği ufoda, ortada bir dalga kılavuzu olduğunu görüyoruz. Bu anten güneşten gelen o belirli dalgadaki ışığı emen bitkideki antenle aynı anten. Aldığı ışığı reaktör merkezine gönderiyor ve nükleer patlamalar meydana geliyor. Antenden aynı kloroplast içindeki madeni para şeklindeki granalara aktardığını görüyoruz.
Ufonun o atmosferden süzülerek gelen güneş ışığı dalgasını nasıl yakaladığına gelelim. Daha öncede belirttiğimiz gibi ufolar kendi etraflarında dönerek kendi yerçekim alanlarını ve atmosferlerini meydana getiriyorlardı. Bunu Bob LAzar’ın tarifleriyle göstermek gerekirse eğer,
Bu şekilde olduğunu görüyoruz.
RENKLİ BİR DÜNYADA YAŞAMAMIZI SAĞLAYAN MUCİZE!
Yapraklar bize yeşil gibi görünürler, çünkü yeşil ışık klorofil vasıtasıyla iletilir ya da yansıtılır.
Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın bütün dalga boylarını emer.
Fotosentez işleminde görev alan anten, yüzlerce klorofil ve karotenoid molekülünden ve reaksiyon merkezi olan klorofil a molekülünden oluşur.
|
Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler. Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga boylarını yansıtırlar.
Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir. Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır. İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak, "fotosistem" adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır. Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri "anten pigmentler" olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar . Reaksiyon merkezi 250'den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında, elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a'ya ait olan bir elektron, etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de başlamış olur . 73 Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.
* Bu klorofil a Lazar’ın bahsettiği A enerjisi ile aynıdır diye düşünüyorum.
Ayrıca incelediğimiz zaman, bu Bob LAzar’ın tarif ettiği ve zaman zaman gözlemlendiği bilinen ufolarda her zaman altlarında 3 yada 5 tane ışık saçan yerler var. Bunlar da evrendeki her şey gibi küre şeklinde. Bana göre onlar güneş ışığının pigmentlerin reaksiyona geçmesini sağlayan o dalga boyundaki ışığı yayan bir nevi güneş jeneratörleri. Güneş olmadığı zaman ordan aldıkları enerji ile gece de uçabiliyorlar. Ve şekillerinin de küre olmasının sebebi, her yere sabit bir şekilde aynı derecede, aynı dalgada ışığı vermek ve fotosentez olayını gerçekleştirmek diye düşündüm. Gözlemlenen ufolara baktığımız zaman hepsinin güneş gibi parladığını ve mercimek şeklinde bir disk olduklarını yani ışığın gerekli olanını emen ve gerisini yansıtan bir vasıta olduklarını görüyoruz.. Bunu da şöyle ispatlayabiliriz:
Işığın Süresi ve Şiddeti
Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca, ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen ışınlar toplam ışığın %35'ini, yayılan ışık ise %50-60'ını oluşturur. Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur.
Bob Lazar’ın tarif ettiği o muazzam ısıyı ise şöyle açıklayabiliriz :
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için ısıya ihtiyaçları vardır . Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin, genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur. Bir bütün olarak fotosentezin aşamalarına, fotosentez yapan organizmalara, bu işlemi yapmak için ihtiyaç duydukları özel koşullara bakıldığında yaratılışın önemli delilleri görülür. Hassas ve muntazam ölçülerin biraraya gelmesiyle bir anlam kazanan bu sistem herşeyin yaratıcısı, sonsuz ilim sahibi Allah tarafından yaratılmış ve insanın emrine verilmiş bir nimettir.
Allah Kuran'da gece ile gündüzü, Ay ile Güneş'i ve tüm bitkileri insanların hizmetine verdiğini şöyle bildirmiştir:
Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12-13)
Başka ayetlerde ise, geceyi yaratanın Allah olduğu, O'nun dışında başka hiçbir varlığın buna güç yetiremeyeceği şöyle haber verilir:
De ki: "Gördünüz mü söyleyin, Allah kıyamet gününe kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sürdürecek olsa Allah'ın dışında size içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz? Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için, dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz. (Kasas Suresi, 72-73)
KARBON ÇEVRİMİ
Bitkiler, atmosfer ve okyanuslardaki karbondioksiti tüketip, organik bileşikler ürettikleri için birer karbon fabrikası ve çevreyi temizleyen bir arıtma tesisi olarak düşünülebilir. Solunum yoluyla az miktarda karbondioksit üretirler ve bunu hemen fotosentez için kullanırlar. Bitkilerin ve tek hücrelilerin karbondioksit tüketimi, insanların ve hayvanların karbondioksit üretimi arasındaki denge, okyanuslarda karbonatların üretilmesiyle eşitlenmiştir. Bu süreçte hava ve suda bulunan fazla miktardaki karbondioksit tüketilir.
İnsan yaşamı havadaki karbondioksit oranını büyük miktarda artırır. Bu artış ise küresel ısınma olayına ve bunun bir sonucu olarak sera etkisi denilen hava sıcaklığının artışına yol açar. Karbondioksit ve diğer zararlı kimyasalların kullanımı aynı zamanda asit yağmurlarına da yol açar. Bütün bu zararlı etkilere karşı en güçlü silah, fotosentez yapan canlılardır. Eğer yeryüzünde böyle bir denge kurulmamış olsaydı, canlılık hiçbir zaman varlığını sürdüremez, kısa bir süre içinde oksijen yetersizliğinden ve karbondioksit zehirlenmesinden yok olurdu. Böyle bir sorunla asla karşılaşmayız çünkü, herşeyi belli bir ölçü ile takdir edip belirleyen üstün ilim ve akıl sahibi Rabbimizin yaratışında hiçbir kusur ve eksiklik yoktur:
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
* Böylece ufonun içinde insanların soludukları havayı otomatik olarak filtre eden ve oksijen sağlayan bir mekanizma vardır.
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
Cüneyt Aktan